Karahantepe

Tek Tek Dağları Milli Parkı içerisinde bulunan Karahantepe, 1997 yılında keşfedildi ve 2019 yılında kazılmaya başlandı. İçinde Göbeklitepe’dekilere benzer 250’den fazla yüzeyden görünür dikilitaş bulunan Karahantepe, 140.000 metrekarelik bir alana yayılıyor.
Karahantepe, Göbeklitepe gibi Harran Ovası çevresinde benzer özelliklere sahip olan neolitik döneme ait yerleşimlerden biri. Birbirine yakın mesafede olan Karahantepe ve Göbeklitepe, açık havada birbirini görebiliyor. Bu bölgelerde tarih öncesinde çok sayıda av hayvanının yaşadığı biliniyor. Bu yerleşimlerin en öne çıkan kalıntıları o bölgede zemine sabitlenen ve T şeklinde sütunlar içeren büyük, dairesel yapılar. Karahantepe’de devam eden kazılar, bize neolitik dönemi anlamamız için çok değerli ipuçları sunmaya devam edecek.

Prof. Dr. Necmi Karul başkanlığında yapılan Karahantepe kazılarında, dört farklı yapı ve sırtında leopar taşıyan insan heykeli gibi birçok heykel ortaya çıkarıldı. Buluntular Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’nde ziyaret edilebilir. Yüzey taramaları ve jeomanyetik ölçümler, Karahantepe’de bizi yüz yıllarca besleyecek zenginlikte bulguların yer aldığına işaret ediyor. Yakın zamanda bulunan ana kayadan oyulmuş yılan gövdeli insan başı ve dikilitaşlardan oluşan özel kompleks bu zenginliğe sadece bir örnek…


Karahantepe'de Toplumsal Hafızaların Kalıntıları

Günümüzde tarih öncesi insanın yaşamında belirleyici olan unsurların çok üzerinde bir hayat sürmekteyiz. Her ne kadar onunla benzerliklerimiz farklarımızdan daha çok olsa da bizi saran ve çoğu kez nihai gerçeklik olarak kabul ettiğimiz modern dünyanın getirileri, bizi tarih öncesi insanın dünyasından keskin bir şekilde ayırır. Başka bir ifadeyle bugünkü dünyayı algılama şeklimiz geçmişteki toplumları anlamanın önünde büyük bir güçlük oluşturur. Arkeolojinin geçmişi somut kanıtlara dayandırması da bu yüzdendir. Kanıtlar, her ne kadar binlerce yılın içinden süzülüp, eksilerek günümüze ulaşmış olsa da geçmişte de en az günümüz kadar renkli bir yaşamın olduğunu ortaya koyan araçlardır. Ancak tarih öncesi toplumların inançlarına dair somut kanıtlar diğerlerinden daha az ve belirsizdir, bu nedenle çoğu kez açıklamakta güçlük çektiğimiz şeyleri en kısa yoldan inançlara mal etmeyi tercih ederiz.

Oysa yaşamakta olan inançları dahi tanımlamaktaki güçlükleri düşünürsek, bunu kolaycılığın bir sonucu olarak değerlendirmek mümkündür. Dolayısıyla tarih öncesine, yazısız zamanlara gittikçe inançlar ile ilgili söylenecekler bir çok açıdan hipotetik kalmaktadır.

Bu yazıda, eski dünyanın hemen her erinde, ilk yerleşik toplumlarda karşılaştığımız ve ilaçlarla ilişkili olabilecek iki konuya yer verilmiştir. Bunlar ‘mekanı gömmek’ ve toplumsal hafızanı ürünleri sayılabilecek nesneleri mekanlarda korumak olarak belirlenmiştir. Yazı aynı zamanda bu uygulamaların bilinen ilk aktörleri olan ilk yerleşik avcı toplayıcı toplumlarla sınırlı tutulmuştur. Avcı toplayıcı toplumların çevrelerindeki canlı ortamla sonraki dönemlere oranla çok daha iç içe bir yaşam sürdükleri, çevrenin her halinden beslendikleri kabul edilir. Ancak bu toplumlar yerleşik yaşam ile birlikte çevrelerini de radikal şekilde dönüştürmeye başlamışlar, ilk köyleri kurmuşlardır.



Yapıyı Gömmek

Anadolu’da ilk yerleşik toplumlar yaklaşık MÖ 10500’lü yıllardan itibaren görülür ve en eski örnekleri Güneydoğu Anadolu’dan bilinmektedir.

Bu köyler bir taraftan mimarlığın doğuşu olarak kabul edilebilecek yapısal faaliyetlere sahne olurken, diğer taraftan mekanın kavramsal dönüşümünün izlerini de taşırlar. Bu dönemde yapıya işlevi dışında anlamlar yüklenmiştir; yapı maketleri, mekanı boşalttıktan sonra gömme ya da yakma gibi uygulamalar bunun göstergeleri arasında sayılır.

Anadolu’da yapıların gömülmesi ya da başka bir ifade ile doldurulmalarına ilişkin ilk gözlemler Can Hasan ve Çayönü yerleşimlerinde yapılmıştır. Göbeklitepe söz konusu uygulamanın anıtsal boyutlarını ortaya koyarken son yıllarda kazılan Karahantepe ise yapıları doldurulma sürecini en iyi yansıtan yerlerden biri olmuştur. Karahantepe’de bir yapı kompleksinin parçalarını oluşturan özel yapılarına ardışık birtakım işlemlerin sonucunda dolduruldukları anlaşılmıştır. Bunlardan birinin (AD Yapısı) çapı 23 metre kadardır ve yapı ana kaya kesilerek oluşturulmuş, başka bir ifade ile zemin gömük olarak inşa edilmiştir. Yapının tabanı da yine ana kayanın düzeltilmesi ile oluşturulmuştur. Çağdaş diğer örneklerde olduğu gibi bu yapının da merkezinde karşılıklı duran iki, duvarların içine benzer aralıklarla yerleştirilmiş 17 dikilitaş bulunmaktadır. Bu dikilitaşların sembolik yönlerinin yanın sıra çatıyı taşıyan payandalar olduğu düşünülmektedir. Ortadaki iki dikilitaşın yüksekliği yaklaşık 5,5 metre, kenarlardaki en yüksek payandanın yüksekliği 4,3 metredir. Bu haliyle dikilitaşların konik bir çatıyı taşıdıkları varsayılmaktadır. Söz konusu ölçüler yaklaşık 300 metreküp kadar toprak ile doldurulabilecek bir hacmi işaret eder. Bu yapın doldurulma işlemi bilinçli bir yıkım ile başlamıştır; ortadaki iki büyük dikilitaş aynı yönde, doğrudan tabanın üzerine yıkılmış ve yere çarpma ile parçalanmışlardır. Ayrıca taban ile yıkılmış dikilitaşlar arasında başka bir dolgunun olmaması yıkımın zamanla değil, ana kaya yüzeyi açıkken hızlı bir şekilde devrildiklerini göstermektedir.

Yıkım sadece bu iki dikilitaştan ibaret değildir. Kenarlardaki dikilitaşların üst kısımlarının bilinçli bir şekilde kırılmış oldukları, hemen çevrelerine dökülen parçalarından izlenebilmektedir. Bu yıkımın ardından gömme işlemi başlamış olmalıdır. Arazini bir yöne eğimli olmasına rağmen yuvarlak planlı bu mekanın içerisinde her yönden taş ve topraktan oluşan, merkeze yönelmiş bir dolgunun olduğu gözlenmiştir. Mekanın içi henüz dolmamışken buraya sürüklenen büyük dikilitaşlar yapı duvarlarını tahrip etmiş ve eğimli bir şekilde adeta duvarların üzerinde asılı kalmıştır. Dolgunun içerisinde de farklı duruş pozisyonlarında orta büyüklükte taşlar vardır. Bu taşların zamanla değil, aksine hızlı bir doldurma uygulamasının sonucu olarak mekanın içerisine bırakıldıkları, dikmeleri arasına atıldıkları, bazı yerlerde de dizildikleri anlaşılmaktadır.



Yıkım sadece bu iki dikilitaştan ibaret değildir. Kenarlardaki dikilitaşların üst kısımlarının bilinçli bir şekilde kırılmış oldukları, hemen çevrelerine dökülen parçalarından izlenebilmektedir. Bu yıkımın ardından gömme işlemi başlamış olmalıdır. Arazini bir yöne eğimli olmasına rağmen yuvarlak planlı bu mekanın içerisinde her yönden taş ve topraktan oluşan, merkeze yönelmiş bir dolgunun olduğu gözlenmiştir. Mekanın içi henüz dolmamışken buraya sürüklenen büyük dikilitaşlar yapı duvarlarını tahrip etmiş ve eğimli bir şekilde adeta duvarların üzerinde asılı kalmıştır. Dolgunun içerisinde de farklı duruş pozisyonlarında orta büyüklükte taşlar vardır. Bu taşların zamanla değil, aksine hızlı bir doldurma uygulamasının sonucu olarak mekanın içerisine bırakıldıkları, dikmeleri arasına atıldıkları, bazı yerlerde de dizildikleri anlaşılmaktadır.

Karahantepe’deki kompleksin parçası olan bir diğer yapıda (AB Yapısı) ise gömme uygulaması yıkım yapılmadan gerçekleşmiştir. Yapının boyutları 7×6 metre kadardır. Doldurma uygulamasının büyük yapıya göre burada daha sistematik olması, ondan daha küçük olan boyutları ya da atfedilen anlam ile ilişkili olmalıdır. Bir duvarında ana kayadan oyulmuş bir insan başı ile onun karşısına yine ana kayadan şekillendirilmiş, iki sıra halinde 11 phallus (erkekte erkeklik organı) biçimli ve bir tane de soradan getirilerek zemine yerleştirilmiş dikilitaş bulunmaktadır. Yapıya giriş, yukarıda sözünü ettiğimiz, bitişiğindeki büyük yapıdan bir merdiven ile sağlanmakta; çıkışın ise diğer uçtaki ikinci bir merdiven aracılığıyla gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Gömme uygulaması sırasında önce, içinde arkeolojik malzemenin yok denecek kadar az olduğu, 40 cm kadar kırmızımsı devetüyü renginde bir toprak doldurulmuştur. Bu seviyenin üzerinde ise koyu renkli, içinde düzensiz ve farklı boyutlarda taşlar bulunan, aynı zamanda arkeolojik malzeme içeren bir dolgu bulunmaktadır. Doldurma işlemi sırasında arka sıradaki daha kısa dikilitaşların üstlerinde taşların konularak yükseltildikleri ve yüzey seviyesine kadar yerlerinin belli edildiği görülmektedir. Yüzey seviyesinde ise yapı, sınırlarını belli edecek şekilde yassı taşlarla örtülerek kapatılmıştır.

Karahantepe’deki her iki örnek de yapıların bilinçli ve sistematik bir şekilde gömüldüklerini, içlerine bu işlem sırasında yine bilinçli bir şekilde atılmış ya da bırakılmış nesnelerin olduğu anlaşılsa da bu uygulamanın nedenleri hakkında kesin yargılarda bulunmak güçtür. Kuşkusuz bu uygulama yapıların işlevleri ve yaşam döngüleri hakkında fikir vermektedir. Eldeki örneklerden de anlaşıldığı gibi yapıyı gömmek her ne kadar bir mekanı ya da yeri terk etmeyi ifade etse de bunun bir kaçış ile ilişlilendirilmeyecek kadar zaman ve çaba isteyen bir uygulama olduğu açıktır. Nitekim Göbeklitepe örneğinde görüldüğü gibi yapıların doldurulup işlevlerine son verildikten sonra da yerleşmede yaşamın devam ettiği bilinmektedir.

Dönem uzmanlarının birçoğu, yapıların kullanıldığı süreyi onun ‘yaşamı’, doldurularak terk edilmesi, yani işlevini tamamlama halini de ‘ölümü’ olarak tanımlamaktadır. Kimileri de benzeri bir yaklaşımla uygulamayı bir insanın ölümüne benzeterek yapılara bir kimlik yüklendiğini öne sürer. Her koşulda bu yapıların inşası, yaşamı ve gömülmesinin aynı ritüelin parçaları olduğu fikri düşünmeye değerdir. Bu ritüelin bir başka boyutu ise uygulamayı gerçekleştirmek için gereken iş gücü organizasyonudur. Nihayetinde yapılar gömülmek üzere inşa edilmişlerdir, sonları bilinmektedir ve bu düşüne toplumsal bir kararın sonuncudur.



Toplumsal Hafızanın Ürünleri

İlk yerleşik toplumlar, özel yapıları ya da insanları gömdüklerinde onların yanına eşyalar bırakmakta, adeta onları yaşadıklarıyla birlikte geleceğe saklamaktadırlar. Bu durum özel yapıların gömülme sürecinde de karşımıza çıkar. Terk edilen ya da doldurulan özel yapılarda duvar resimleri, bukranyumlar, taş kaplar, dikilitaşlar ve heykellerin bırakılması Yakındoğu’daki Neolitik Çağ yerleşimlerinin birçoğu için karakteristiktir.

Yukarıda bahsettiğimiz Karahantepe’deki büyük yapının (AD Yapısı) doldurulması sırasında da yapının içerisine çok sayıda insan ve hayvan heykeli parçası, kırılmış ya da yekpare bezemeli dikilitaşlar bırakılmıştır. Çoğu doldurma sırasında mekanın içerisine atıldığı anlaşılan bu buluntuların yanı sıra özenli bir şekilde yerleştirilmiş olanları da vardır. Bunlar arasında duvar dibine, baş aşağı ve yüzü duvara dönül şekilde bırakılan insan başı heykelleri dikkat çeker. Ayrıca iki kademeli bir sekinin alt basamağına ya da bazı tanımlı alanlara kimi tüm, kimi kırık parçalar halinde taş tabaklar bırakılmıştır. İki dikilitaş arasındaki sekinin üst kademesinde ise yine taş kaplar ile bir ‘totem direği’ bulunmuştur. Seki üzerindeki bu in-situ buluntular, gömü uygulaması sırasında buranın, yapının diğer kesimlerinden farklı bir yere konumlandırıldığını düşündürüyor.

Göbeklitepe’de yapıları gömülmesi ile koruma altına alınan yapı öğelerinin başında T biçimli dikilitaşlar gelir. Kol, el gibi uzuvların anatomik konum ve orantısı gözetilerek kabartma halinde işlenmiş olmaları, dikilitaşların insanın sembolize ettiğini düşündürür. Dikilitaşlar aynı zamanda tarih öncesi ‘anlatıcılar’ için adeta bir ‘yazı tahtası’ olarak kullanılmışlardır; hayvanlar, geometrik motifler ve insan betimleri ‘hikayelerin’ karakterleridir. Sembollere dönüşmüş bu karakterler bazı ortak özelliklere sahiptir, bu da onlara yüklenen anlamları bilinir olduğunu akla getirir. Sembollerin yanı sıra bir araya getirilerek oluşturdukları sahneler anlatılmak istenenin kimi zama görünenden daha fazlası olduğuna işaret eder. Sembollerdeki hayvanların çoğuna ait kemiklerin kazılarda bulunmuş olması da sahneyi oluşturan canlılar ile oları yapan insanların aynın ortamı paylaştığının kanıtıdır. Kuşkusuz bu sembollerin doğaüstü varlıklara atfedilmiş olmaları da mümkündür.

Sembollerin yapıların içerisinde yer alması onların mekanla bütünleşmesini ve mekan aracılığıya da zihinlerde canlı kalmalarını sağlamıştır. Bunun neye hizmet ettiğini bilmemiz pek mümkün değil, ancak var oldukları sürece onların kolektif bir hafızanın oluşmasına katkı sağladıkları, bunun da bireyin ve ait olduğu toplumun düşünenlerinin şekillenmesine yardımcı olduğu söylenebilir.

Başta da belirttiğimiz gibi tarih öncesi insanın çok renkli ve farklı bileşenleri olan bi yaşam sürdüğünü kabul ederek geçmişe bakmak için yeterli kanıt vardır. Kuşkusuz burada öne çıkardığımız iki konu bu dünyayı anlamamız için yeterli değildir. Yine de ilk yerleşimlerde karşılaştığımız bu uygulamalar son yıllarda sıkça gündeme gelmekte ve din şemsiyesi altında ele alınmaktadır. Oysa burada karşılaştıklarımızı bir din olarak tarif etmek güçtür ve bu yanılgı olasılıkla ritüelleri din ile karşılaştırarak tanımlama eğiliminden kaynaklanmaktadır.